Venedik Karnavalı

İtalya’nın gizemli kanallardan oluşan olağanüstü şehri Venedik’in geleneksel etkinliklerinden Venedik Karnavalı, hayranlık uyandırıcı renkli manzaralarıyla şubat ayında sizleri bekliyor.

Bir zamanlar açık denizlerdeki hâkimiyetiyle yükselen Venedik Cumhuriyeti’ne, düklere ev sahipliği yapan, Haçlı Seferleri’yle zenginleşen, İtalya’nın olmazsa olmazı Venedik, sihrini asla kaybetmiyor. Bu benzersiz kentin panoramasını süsleyen yakışıklı Venedik gotiği mimari anlayışıyla inşa edilmiş sarayları ve yapılarını ve onları dolduran eşsiz sanat eserlerini ister yüzüncü kez görüyor olayım, her seferinde kalbim başka çarpıyor ve buraya her adım attığımda aynı kelimeyi tekrarlarken buluyorum kendimi: Olağanüstü!

Bu mevsimde burada olma sebebim, bir açık hava festivali olan Venedik Karnavalı’na dâhil olmak, sokakları dolduran insanların harika kostümlerini, maskelerini seyretmek ve elbette karnavalın sunduğu mükemmel görüntüleri fotoğraflamak. Benim gibi karnavalın orta yerinde olmak istiyorsanız, istikametiniz kentin meşhur ana meydanı San Marco olmalı. Her yıl düzenlenen karnavalın, dünyanın her yerinden ziyaretçileri cezbettiği kesin. Yaşam dolu, cıvıl cıvıl… 18. yüzyılın kıyafet anlayışından esinlenen geleneksel kostümler, karnavalın en popüler seçimleri. Ancak şubat ayı olduğunu hatırlatmak isterim; kostümün içine sizi sıcak tutacak bir şeyler giymekte fayda var.

Renkli kıyafetlerin vazgeçilmez eşlikçisi maskelerden bahsetmeden de geçmemeli. Kişinin kimliğini gizlemek için takılan ünlü Venedik maskelerinin aslında çok ayrıntılı bir mesele olduğunu öğreniyorum; birkaç farklı maske tipi var. Geleneksel Venedik maskesi kabul edilen Bauta, beyaz boya karışımı üzerine altın varaklı olup, gerçek tüyler ve taşlarla süslü. Moretta, kadınsı özellikleri vurguluyor; Columbina gözleri kapatıyor; Harlequin ve Pulcinella ise karnavalın favorileri. Karnavala katıldığınızda maske takmak istiyorsanız, hem satın alabileceğinizi hem de şehrin dört bir yanını dolduran maskecilerden kiralayabildiğinizi unutmayın. Her iki durum için de size muhteşem bir maske yapımcısının ismini verebilirim: Stanley Kubrick’in Gözü Tamamen Kapalı filmindeki meşhur maskeleri de tasarlayan Ca’ Macana (camacana.com).

Meydanda birkaç saat geçirdikten sonra kalabalığın beni yorduğunu fark ediyorum. Otelimin parıl parıl parlayan vernikli teknesiyle, Venedik’e on dakika uzaklıktaki seyirlik bir adaya uzanıyorum; San Clemente. Kent merkezinden uzaklaştıkça manzara daha sade ve rafine bir hal alıyor. Adadaki otelime varışım ise oldukça etkileyici. Tekne, otelin özel iskelesine demirledikten sonra kendimi görkemli, yemyeşil bir bahçe içinde buluyorum. Beni karşılayan kırmızılı kadın, ana binaya giriş yapmadan önce San Clemente adasının inanılmaz öykülerini anlatmak için bir yürüyüşe çıkmayı teklif ediyor. Bu pastoral ortamda otele güzel bir ek olan büyük ve açık yüzme havuzu dikkatimi çekiyor hemen. “Dikkatimi çekiyor” dedim çünkü havuzlar Venedik‘te oldukça nadir bulunuyor!

Venedik lagünündeki adalardan biri olan San Clemente’nin hikâyesi, 1131’e uzanıyormuş. Venedikli tüccar Pietro Gattilesso‘nun “kutsal toprak” dediği adada Haçlı Seferleri‘nden gelen askerler için ortaçağda bir manastır, kilise ve bakımevi inşa edilmesi için finansman sağlamasıyla yaşam başlamış. 14. yüzyıl boyunca yaşadığı düşüşü takiben, varlıklı Venedikli ailelerin bağışları sayesinde manastırın büyütülmesi ve kilisenin restorasyonu üzerine çalışılmaya yeniden başlanılmasıyla ada tekrar canlanmış. Venedik’in büyük bir dünya gücü olduğu Rönesans döneminde, Dükler Sarayı’ndan kısa bir tekne yolculuğu mesafesinde bulunan 15 dönümlük tenha adanın, saygınları karşılama merkezi olduğunu öğreniyorum. 15. ve 16. yüzyıllar arasında San Clemente adası “Venedik’e açılan kapı” olarak tanınmış. Diğer bir deyişle; Venedik’in merkezine varmadan önce ziyaret edilen mucize.

Beyaz cepheli Romanesk tarzı bir kilise gözüme çarpıyor. Ön cephedeki armanın, maddi yardım sağlamak amacıyla adayı satın alan Venedik asilzadeleri Monte Coronalı Camaldolese tarikatına ait olduğunu dinliyorum. 1797’de Venedik Cumhuriyeti’nin yıkılması, ardından Napolyon‘un dini emirleri bastırması adayı etkilemiş ve 1810’da rahipler San Clemente’den ayrılmışlar. 1873-1992 yılları arasında ada bir hastaneye ev sahipliği yapmış. Hikâyenin son bölümü elbette en sevdiğim kısmı. Adadaki yapılar, tarihi karakterlerinin korunduğu uzun yenileme çalışmaları sonunda lüks bir otele dönüşüyor ve kapılarını Leading Hotels of the World üyesi San Clemente Palace Kempinski olarak açıyor.

Muazzam yapıdan içeriye girince insanı sarmalayan görkemli bir dünyayla karşılaşıyorsunuz. Geleneksel Venedik taşlarıyla döşeli zeminler, yüksek tavanlı geniş koridorlar, klasik Venedik aynaları, zengin brokar perdeler ile süslenmiş uzun pencereler, ışıltılı Murano avizeleri fazlasıyla ihtişamlı hissettiriyor. Otel, cömertçe dekore edilmiş ve soyluların zevklerini yansıtacak şekilde düzenlenmiş. Konaklamam boyunca kaldığım odam içinde aynı cümleyi sarf edebilirim.

Venedik’in ihtişamına yakışır derecede cömert, rahatlatıcı nötr renklerle bezeli odamın manzarası kentin kubbe ve kulelerine bakıyor. Manzaranın sunduğu gerçek huzur hissi “gün doğumu için uyanmaya değer” dedirtiyor bana. Ama önce Alpler manzarasıyla süslenen Venedik lagününün ve siluetinin günbatımında sunduğu etkileyici ve kusursuz manzarayı kaçırmamak adına kilisenin önündeki tarihi hoş meydandakiİnsieme isimli restoranın bir masasına kurulmaya karar veriyorum. Otelin yetenekli şef takımı, adada yetişen sebzeleri ve bitkileri kullanarak bana Adriyatik’ten taptaze gelen deniz ürünlerinin hâkim olduğu enfes bir tabak yaratmış. Giriş tabağımla beraber favorim olan deniz mahsullü makarna yani alla vongole sipariş ediyorum ve şöhretli şarap menüsünden seçtiğim bir kadeh İtalyan şarabıyla günümü sonlandırıyorum.