Urbanjobs İç Mimari ve Tasarım Ofisinin Kurucusu Murat Dede

Urbanjobs iç mimari ve tasarım ofisinin kurucusu Murat Dede, tasarıma duyduğu tutkuyu anlatıyor.

Onu mimariye iten şeyin Lego’lar olduğunu düşünen, henüz çocukken vizyoner hatta fütürist tasarımın kodlarını kurcalamaya başlayan Murat Dede, kendini bir hayal kurucu olarak tanımlıyor. 2017’de kurduğu Urbanjobs ile şehir yaşamının popüler parçaları haline gelen mekânları tasarlayan Murat Dede, işine karşı büyük tutku besliyor ve yeni olasılıkların, “an”ların peşinden gitmeyi seviyor. En önemlisi de doğanın onu yönlendirmesine izin veriyor.

Getir, Assembly Building, Kolektif House, Batard, Kulüp Kızılburun gibi işletmelerin kendine has tarzlarının bir parçasına dönüşen mimari detaylar, Urbanjobs’un elinden çıkma. Ve ileride sosyal kültürümüzün bir parçası olacağından şüphemizin olmadığı pek çok mekân daha Murat Dede liderliğindeki Urbanjobs’ın dokunuşuyla hayata karışmayı bekliyor.

Urbanjobs ne iş yapar? Siz, Urbanjobs’ta ne iş yapar, ona ne katarsınız?

Urbanjobs, iç mimarlık ve ürün tasarımı kesişiminde bir tasarım stüdyosu. Urbanjobs kentli yaşam stilini hayal eder, kurgular, bu ideanın mekânlarını ve ürünlerini tasarlar, hayata geçirir. Aslına bakarsanız, yaptığımız her işin ardında, her davranışımızın ardında tasarım var. Tasarım bir yaratım, bir süreç, bir başlangıç, bir son, bir varoluş çabası, adeta yaratıcıyı kopyalamak. Yemek yaparken, eskiz yaparken, yürürken, bakarken, konuşurken, her edim, her süreç bir tasarım. Bu sebeple tasarlama işi bir proje, bir oldu-bitti, an veya durum değil, her yerimize ve anımıza işleyen bir süreç, bir yaşayış biçimi. İşte ben de kompozisyonu oluşturan bu sürecin bir hayal kurucusuyum.

Bir mimar olacağınızı ne zaman anladınız?

Lego’yla başladı sanırım. Bizim zamanımızdaki Lego’lar bugünküler gibi değildi, çok ilkeldi, yalnızca farklı farklı renklerden oluşan prizmalar vardı. Morfolojisi sebebiyle modülasyon üzerine düşünmeye iten bir oyundu bu. Yapılması gereken, gidilmesi gereken adımları vermiyordu, yani elde edilmeye çalışılan nihai bir ürün yoktu elde. Bu sebeple de sizi düşünmeye, tüme varım veya tümden gelime itiyor, sentez yapmanızı sağlıyordu. Aslında “tasarım düşünme”nin temelini bence burada öğrenmeye başladım. Sonra sonra, a4 kâğıtları bantlayıp kendime kocaman beyaz sayfalar oluşturur, cetvelim ve kalemlerimi alır, masanın başına otururdum. Çok büyük uçak planları çizerdim hayalimden, kanatlarında tenis kortları, kuyruk kısmında restoranları, sinema salonları, odaları olan. Olgunun kendisi aslında onu çizmek değil, içindeki yaşamları tahayyül etmek, onlarla oynamaktı, insanların “nasıl bir sinemaya gideceği” kadar, sinemada ne giyeceği, ne içeceği, sözünün ne olacağı. Burada anladım ki, yalnızca form oluşturmak değil, bir hikâye kurgulayabilmekti esas konu.

Çok genç bir firma olmanıza rağmen oldukça başarılı bir ivmeniz var. Bunu neye borçlusunuz?

Okurken, üniversite kütüphanesindeki tüm tasarım kitaplarını okudum, hafta sonları da Mimarlar Odası’na gidip Louis Khan, Le Corbusier, Aldo Rossi okudum -kitapların tümünü alacak kadar harçlığım olmadığı için kimi zaman fotokopilerini çekerdim. Bu okumalarımda modadan grafik tasarıma, peyzaj mimarlığından mimarlığa, birçok disiplindeki tasarımcıları incelemiş olarak tek bir sonuca vardım: Tutku. Ve doğru yolda olduğumu bir kez daha anlamış oldum. Tasarlamak bir tutku ve ancak bu kadar tutkuyla yapılınca bir şeyler anlam kazandırılabiliyor, bir anlam oluşturulabiliyordu. Bugün bize güvenen Getir’den, Assembly’den tutun, Kolektif House’a, Doğuş’a, Nef ’e, Alan Yau’ya uzanan bir işveren ve yatırımcı grubu var, ölçekten bağımsız, her işe “ilk iş” gibi yaklaşıp, her detayı önemsiyoruz. İyi tasarımın peşinden koşuyoruz. İşimizi para için değil, tutku duyduğumuz için yapıyoruz. Ve sanırım bu tavır seziliyor, birileri de bunun karşılığını veriyor.

Portföyünüzde çok sayıda yeme-içme mekânı var. Bu bilinçli bir karar mıydı yoksa kendiliğinden mi gelişti?

Bence bizim işin temeli yeme[1]içme ile başlıyor. Yemeğin yapılışını, yemeğin yenişini içeren, sesi, kokuyu, teması ile tüm duyularınızı harekete geçiren bir deneyimler bütünü bu. Yemek, içmek, koklamak, tatmak, duymak, insanı ve toplumu algılamamızı kolaylaştırıyor, bir senteze götürüyor. Bu deneyimi tasarlamak da hiç kolay değil; elektrik, mekanik, mutfak, aydınlatma tasarımcıları ile çalışmak, şeflerle birlikte, yatırımcılarla birlikte bir şeyi hayata geçirmek, totalinde bir deneyim yaşatmak oldukça zor. Bu sebeple mesleki anlamda bir başlangıç noktası bana kalırsa, işin özü. Bunu yapabildikten sonra diğer tüm mahaller çok daha kolay algılanabilir oluyor bence. Çünkü yeme-içme alanlarında çok fonksiyonlu bir deneyimler bütünü yer alırken, bir mağazada yalnızca satın alma içgüdüsüne odaklanan bir deneyim, bir ofis ortamında çalışmanın nasıl yapılacağına dair bir deneyim tasarlama işi yer alıyor. Haliyle hiçbiri yeme[1]içme gibi komplike, ders verici, öğretici, geliştirici değil. Evet, biraz biz seçtik ve evet biraz da iş bizi böyle yönlendirdi. Bu durumdan çok mutluyuz. Çünkü yeme-içme alanları demek, insan demek, kent demek, hayat stili demek. Ve Urbanjobs tam olarak da bu noktada yer alıyor.

Urbanjobs’ın çizgisini, tasarım dilini nasıl tanımlarsınız?

Ben kendimizi mimari perspektifle iç mekânlar tasarlayan bir stüdyo olarak tanımlıyorum. Hacim ve kütleyi ele alışımızla, bezemeden uzak bir tavrımız var. Her işte bir kabuk oluşturuyoruz. Bu kabuk bazen mevcut mimariyi siyaha boyayarak ve üzerine koyduğumuz her eklentiyi belirterek de olabilir, yepyeni bir kabuk oluşturmak da olabilir. Onu mekân söylüyor. İşlevle eş giden bir süreç doğrultusunda kütle ve hacim ilişkileri yerini buluyor, doku ve malzemeye geçiyoruz. Genel olarak belirli bir renk ve malzeme paleti üzerinde hareket ediyoruz. Biz parlak malzeme yerine daha mat, pürüzsüz malzeme yerine “genel olarak” daha dokulu, çok canlı tonlar yerine daha desature tonlamaları tercih ediyoruz. Malzeme seçimi konusunda nasıl karar verdiğimize gelince, aslında malzeme form ile birlikte oluşmaya başlıyor. Yerleşim planındaki bir kütle veya hacmi üç boyutta düşünmeye ve görmeye başlayınca, onun hangi malzemelerle olması gerektiğini zaten kendisi size söylüyor. Ben ahşap olmalıyım diyor, beni mermerle ört diyor, benim üstüme biraz şu malzemeden ser diyor, malzeme sizinle konuşuyor.

Şu anda hangi projeler üstünde çalışıyorsunuz?

Eş zamanlı birçok proje üretiyoruz. 40’dan 20.000 metrekareye kadar farklı ölçekte projelerimiz var. D.ream’e tasarladığımız bir restoran bugünlerde açılıyor. Yeme[1]içme alanında Molino Pasta Bar, İstanbul Havalimanı’nın dış hatlar terminalinde bir bar, Bebeköy’deki Momo… Çalışma alanları konusunda Ankara’da inşaatı devam eden Assembly Buildings’in yanı sıra, şimdilerde Kolektif House’un da yeni projeleri üzerine çalışıyoruz. Çok fonksiyonlu başka bir projemiz de 2023’ün ikinci çeyreğinde Nezih Barut, Erden Timur ve Emre Torun ve Yiğit Şatıroğlu ortaklığında Kulüp Kızılburun ismiyle hayata geçecek olan projemiz. Nef Reserve Yalıkavak’ın takribi 20.000 metrekarelik alanına oturan bu projede mimariler Boran Ekinci ve Ahmet Alataş’a ait. Biz Urbanjobs olarak hem iç mekânları tasarlıyoruz hem de kamusal alan tasarımlarını üstleniyoruz. Proje içerisinde 100 adet daire, karşılama yapıları, havuz alanları, deck kısımlar, restoran ve lounge alanları, masaj alanları yer alıyor, biz de tüm bu alanlardan sorumluyuz.

Sizi en iyi temsil eden projeleriniz hangileri?

Batard Bomonti, hem çok sevdiğimiz hem de artık kültleşmiş mekânlardan biri. Bizim ilk projelerimizden olduğu için yeri epey ayrı. İkincisi, bir yıl kadar önce, Quasar İstanbul içerisinde 14.000 metrekarelik bir taban alanına sahip olan Assembly Buildings projesi. Burası, içinde restoranları, sinema salonu olarak da kullanılabilen konferans salonunu, kat bahçelerini ve galeri boşluklarını, hatta tarım bahçelerini de barındıran kompleks bir yapı. Önemi, kısa sayılabilecek bir sürede ve tasarladığımız en büyük metrajlı ve buna rağmen en iyi mekânsal örgütlenmeye sahip projelerimizden olması. Üçüncü proje olarak, henüz tasarım aşamasında olan bir projemiz olduğunu düşünüyorum, bu sebeple detay veremeyeceğim. Umarım uygulandıktan sonra da böyle düşünüyor olurum.

Bir projeye başlarken, “olması gerekenler”in üzerine koyulacaklara, onu ileriye taşıtacak dokunuşlara nasıl karar veriyorsunuz?

Tasarımcı yıkıcıdır, yıkabilir, yıkmaktan korkmaz, çünkü yeniden inşa etmeyi de bilir. Kendi tasarımlarına kimi zaten tutkuyla bağlanmasına rağmen onu silmeyi ve sıfırdan başlamayı bilir ve pes etmez. Çünkü sınırsız olasılıklar varken -tutkuyla da bağlanmış olsa- bambaşka olasılıklar ve yepyeni, tutkuyla bağlanacağı tasarımlar olacağını bilir. Tasarım yaratımının doğum sancıları onu da yıkar tasarımı yıktığı gibi ve bilir ki çıkış noktası bulduğunda, belki gece uykuda, belki de tıkanmışlığın verdiği huzursuzlukla motor sürerken gelir “o an” ve kenara çekip bir kâğıt parçasını büker, bir buğdayın ince gövdesini büküp ona şekil verirken soyuttan somuta geçer her şey. Ve o soyutlama cisimleşir, soyut ufak tefek bir objeye doğru katılaşır fikir, sonra da kâğıda dökülmeye başlar. Bu sebeple, genel bir ritmim, büyülü bir dokunuşum yok. Hissetmeye çalışıyorum. Gerektiğinde yıkmayı göz alarak tekrar başlıyorum. Bu bir an değil, bu sebeple cevabım da bir “an” içermiyor, tek bildiğim bunun kapsamlı, çok yönlü bir süreç olduğu ve o “dokunuşun” bir kerede konmadığı. En azından benim için böyle.

Yeni bir işin başına ilk oturduğunuzda neler yaparsınız?

Tasarımcı bir şairdir, şair de bir tasarımcı. Kimi zaman her şeyin başlangıcı bir şiir olur. Kimi zaman bir melodi veya melodilerin oluşturduğu bir müzik eseri, kimi zaman bir sinema filmi. Sonraları cisimleşip mekânlara ve mobilyalara dönüşecek fikirler soyutlamayla başlar. Soyutlama zihinde başlar, önce ufak bir form gelir akla, form ete kemiğe bürünür, formun dili olur, kulakları olur, burnu olur; tadar, duyar, koklar ve tabii ki hisseder. Zihindeki soyutlama bazen eskize, bazen piyanonun başında melodilere dökülür, sonrası zaten çok kolay ve çok hızlı akmaya başlar. Bir ay boyunca üzerine çizik atılmayan kâğıtlar, dolmaya başlar. Zihinde bir kez oturan kavramsal yaklaşım, somutlaşmaya başladığında adeta koşar. Bu sebeple ben tasarım yapmayı yazı yazmaya benzetirim. Önce bir omurga oluştururum; hiçbir şey sıralı değil, hiçbir şey net değil, havada uçuşan fikirleri, gözümün önüne gidip gelen formları karalamaya, yazmaya, çizmeye başlarım. Ve masanın başından kalkarım, yürürüm, motora binerim, ayrı ayrı anlardaki bilgileri, formları, dokuları, malzemeleri toparlayıp omurgayı sıraya oturtmaya başlarım. Tabi ki bu süreç yazıldığı kadar basit ve analitik işlemiyor. Bende çok gergin başlıyor, yukarıda saydıklarım kaotik bir sürecin parçaları şeklinde gel gitler oluşturuyor. Nihayetinde omurgayı sıraya koymaya başlıyorum, yavaş yavaş kaos yerini huzura bırakıyor.

Gurunuz var mı? Varsa, tasarım felsefenizi nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz?

Bir üniversite öğrencisi olarak büyük usta Nevzat Sayın’la yazışmaya başladım. Çok ilgilendi, çok eleştirdi, bana ayırdığı o çok değerli kısa vakitler, kendime bakış açımı sorgulattı. Birer düğüm noktaları yarattı. Defalarca ziyaretine gittim, düğümlendiğim projelerde kendisine danıştım. Projeyle ilgili, formdan, hacimden, kütleden bağımsız öyle sorular sordu ki, “nasıl” değil, “niye” sorusunu sormayı, konulara başka bir perspektiften bakmayı, bağlamı bulmayı öğretti. İlki -fakat yıllar geçtikçe değerini tekrar anladığım için ikinci olarak- babam. Pazar günleri kendisini İzmir’deki deniz manzaralı evimizde, denize sırtını vermiş duvara karşı oturup gazete okurken bulurdum. Anlam veremediğim bu garip durumu sordum bir gün. Mükemmel bir işçiliği olan, mükemmel kokan bir deri kanepemiz vardı. Babam, bu işçiliği, zanaatı ve emeği ne kadar değerli bulduğunu, bunu hissetmek için denize değil kanepeye bakarak oturduğunu izah etti. Doğanın çiçeklerde kendini gösterdiği mükemmel renk kombinasyonlarını babamdan öğrendim; arının bir günde kat ettiği yola ve bu çabasına saygı duymayı, karınca yuvalarının mükemmel birer yapı olduğunu, karıncaları ezmemek için bir otomobile yarım saat manevra yaptırmanın inceliğini ondan öğrendim. Ve inanıyor ve biliyorum ki, tasarımcılığa bakış açımın oluşmasında, babamın bu hassasiyeti, emeğe, estetiğe ve detaylara karşı yaklaşımı beni derinden etkiledi.

Röportaj: Zeynep Merve Kaya

Portre Fotoğrafları: Mehmet Yılmazer