Sadberk Hanım Müzesi Müdürü Hülya Bilgi
Türkiye’nin ilk özel müzesi Sadberk Hanım Müzesi, yeni sezonu iki yeni sergiyle karşılıyor ve müzeyle gönül bağı olduğunu söyleyen müze müdürü Hülya Bilgi sorumluluğunda genişletmeye devam ediyor.
Henüz genç bir üniversite mezunuyken çalışmaya başladığı Sadberk Hanım Müzesi’nin şimdilerde müze müdürlüğünü üstlenen Hülya Bilgi, “Kendimi müzeyle bütünleşmiş hissediyorum” diye ifade ediyor kendini. Burada büyüdüğünün ve pek çok açıdan kendini geliştirdiğinin altını çiziyor. Müze ekibinin önceliğinin Sadberk Hanım’ın başlattığı, Koç Ailesi’nin de genişlettiği koleksiyonu gelecek kuşaklar için muhafaza etmek olduğunu da ekliyor. Arzusu ise “Osmanlı sosyal yaşamını yansıtma açısından gücü çok yüksek olan” zengin bir tablo koleksiyonu oluşturmak. Go Luxurys’e Sadberk Hanım Müzesini anlatan müze müdürü Hülya Bilgi, müze yayınları ve dijital dönüşüm projeleriyle de yakından ilgileniyor.
Sadberk Hanım Müzesi, 1980’de açıldı. 1980, özel müzeciliğin ülkemize gelmesi için çok geç bir tarih değil mi?
Müzeciliğin temel işlevlerinden olan “koleksiyon oluşturmanın” tarihi tüm dünyada antik medeniyetlere kadar uzanır. Antik Yunan’da thesaurus adı verilen hazine odaları vardır. Benzer biçimde birçok imparatorluk, sanat hamiliği yaparak saray koleksiyonları; elitler, merak odaları oluşturmuştur. Fatih Sultan Mehmed kendi kütüphanesi için Yunan klasikleri toplamış; dünyanın çeşitli yerlerinden, Doğu’dan ve Batı’dan sanatkârları imparatorluğa davet ederek rafine bir saray koleksiyonu oluşturmuştur. Ancak elbette bu bahsettiklerimiz kamu yararı ve koruma bilincinden ziyade kişisel zevkler göz önünde tutularak oluşturulmuş koleksiyonlar. Kamuya açık müze fikri ise aslına bakarsınız hem dünya genelinde hem de Türkiye özelinde geç kalınmış bir adım. Türkiye’de müzeciliğin gelişim dinamikleri Avrupa’dan farklı. Avrupa’da müzeciliğin gelişmesinin temelinde elit bir zümreye ait koleksiyonun kamuya açılması yatıyorken modern Türkiye’de müzeciliğin temeli Osmanlı’nın 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren imparatorluk eserlerini ülke sınırları içerisinde tutma gayreti üzerine şekillenmiştir. Dolayısıyla, özel müzeciliğe temkinli yaklaşan koruyucu tavır anlaşılabilir. Ancak Koç Ailesi, Sadberk Hanım’ın koleksiyonunu bir müzeye çevirme talebiyle yetkili mercilere gittiklerinde ailenin konuya hassasiyetleri hasebiyle talepleri uzun görüşmelerden sonra olumlu yanıtlanmış, yönetmelik değişikliğine gidilerek özel müzeciliğin önü açılmış ve 1980 yılında Sadberk Hanım Müzesi ziyarete açılmıştır.
Sizin hikâyeniz nasıl başladı?
Müze yönetimi tarafından üniversiteden sanat tarihi eğitimi görmüş bir gencin talep edilmesi ve hocalarımın bu işe beni uygun görmeleriyle 1988’de Sadberk Hanım Müzesi Türk-İslam seksiyonunda müze araştırmacısı olarak göreve başladım. Arkeoloji koleksiyonlarının sergileneceği Sevgi Gönül Binası’nın ziyarete açılacağı ve çalışmaların en yoğun olduğu süreçte genç bir sanat tarihçisi olarak çok şanslı olduğumun bilincindeydim. Çünkü bu alanda eğitim alanların kendi branşlarında bir işte çalışmasının ne kadar zor olduğunu biliyordum. Ancak böyle nezih ve güzide bir kurumda, Sevgi Gönül gibi özel, müstesna bir insanla yakın bir çalışma içerisinde olacağımı öngörememiştim. İlk günümde Sevgi Hanım ile işleme deposunun düzenlenmesi çalışmasını gerçekleştirdik. Onun sanata olan tutkusu, yaklaşımı bana her zaman ilham oldu. Ondan aldığım düsturu her zaman sürdürmeye gayret ettim. Sanat alanında çalışmak bir lüks; günden güne estetik algınızın, duyularınızın nasıl geliştiğini hissedebiliyorsunuz; bu durum müzenin bana kazandırdığı en büyük edimlerden biridir.
Müzede en çok ilginizi çeken, geliştirmek, yatırım yapmak istediğiniz alanlar hangileri?
Sorumlu olduğum işler arasında en kıymet verdiğim şey insana yapılan yatırımdır. Bu da çeşitli katmanlarda verilen eğitimlerle mümkün olabiliyor. Personelimin eğitimini, kendilerini geliştirmelerini çok önemsiyor ve destekliyorum. Özellikle konservasyon alanında müzede yetişmiş olan bir ekip var. Bu ekibin kendini geliştirmesini ve yeni meslektaşlarını yetiştirmesini çok kıymetli buluyorum. Zira bu ekip; aile koleksiyonları ve Koç Grubu bünyesinde yer alan diğer kültür kurumlarının koleksiyonlarının konservasyonuna da destek oluyor. Önayak olduğum çocuk eğitimleri programını da çok değerli buluyorum. Özellikle sosyo-ekonomik şartları zayıf olan bölge okullarıyla yürüttüğümüz programların küçük de olsa fırsat eşitliğine bir katkısı olduğunu düşünüyorum. Bir müzeyi görmenin vizyonlarını geliştireceği ve geleceğin şekillenmesinde bilinçli yetiştirilmiş çocukların etkisinin yadsınmaz olduğu kanısındayım.
Sadberk Koç’tan bahsedelim. Nasıl bir karakter kendisi?
Sadberk Koç, ailesine ve geleneklerine son derece bağlı, modern bir Türk kadınıdır. Aileden gelen güzel sanatlar ve eski eser merakıyla, gençlik yıllarından itibaren Türk işlemeleri ve Osmanlı kadın kıyafetleri toplamaya başlar. Zamanla işlemenin yanı sıra geleneksel Osmanlı zanaatlarına da ilgi duyarak tuğralı gümüşler, porselenler, tespihler ve benzeri eserleri de toplamaya başlar. Ömrü boyunca titizlikle topladığı bu eserler, zamanla büyük ve bilinçli bir koleksiyon haline gelir. Sanata merakı yerelle sınırlı değildir; yurt dışında da gittiği ülkelerde müzeleri gezer. Atina’daki Benaki Müzesi’nden çok etkilenir ve bir an evvel bir müze kurup, özenle topladığı eserlerini sergilemek ve kamuya açmak ister. Ancak Türkiye’de kanunen “özel müzecilik” diye bir kavram mevcut değildir. Bu eserleri kendi adını taşıyacak bir müzede sergilenmesi, hayatının son günlerine kadar en büyük arzularından biri olmuştur. 23 Kasım 1973 tarihindeki vefatından sonra Koç Ailesi ve Vehbi Koç Vakfı, Sadberk Hanım’ın arzusunu yerine getirir. Başlangıçta sergilenen ve muhafaza edilen yaklaşık 3.500 eserden oluşan Sadberk Koç’un kişisel koleksiyonu, içinde Osmanlı dönemi kadın kıyafetleri, işlemeleri, Türk ve Avrupa porselenleri ile tuğralı Osmanlı gümüşleri yer alıyordu. Zaman içinde hibe ve satın almalarla koleksiyon gün geçtikçe gelişti ve bugün yirmi bin eseri aşan zengin bir müze koleksiyonuna dönüştü.
Biraz da güncel sergilerinizden bahsedelim. Bu iki serginin sizin için değeri nedir?
İşlemeli mektup ve evrak çantalarının yer aldığı Arkadaşım İçin sergimiz bu eser grubunun bu kapsamda ele alındığı ilk sergi ve yayın. Çok sevdiğim ve çalışmaktan keyif aldığım bu konuyla ilgili somut bir işe imza atmak ve bunu yaparken de hem müzeden hem de müze dışından çok kıymetli insanların desteğini almak benim için çok değerli. İlk çağdaş sergimiz olan Ütopyadan Sonra: Kuşlar ise gerek farklı disiplinleri bir araya getiren bileşenleri gerek koleksiyonumuzla kurduğu bağ gerekse bir ilki temsil ediyor olması farklı ve özel kılıyor.
Arkadaşım İçin’in hem küratörlüğünü yaptınız hem de kitabını kaleme aldınız.
Sergi fikri, İcra Komitesi Başkanımız Ömer Koç Bey’in kendi koleksiyonunda yer alan işlemeli mektup ve evrak çantalarının bir kataloğunu yapma arzusunu benimle paylaşmasıyla 2020’de gündeme geldi. Ömer Bey’in koleksiyonu kadar sayıca zengin olmamakla birlikte müze koleksiyonunda da farklı örnekler yer almaktaydı. Bu iki koleksiyonu bir arada tanıtacağımız bir sergi ve yayın yapma düşüncesi beni çok heyecanlandırdı. Hazırlık aşamasında öncelikle iki koleksiyon bir araya getirildi ve sergiye hazırlanmaları, ihtiyacı olanların restorasyon süreci başladı. Yayın içeriği oluşturulurken, Osmanlı dericiliğinin döneminde ne kadar ileri düzeyde olduğu ve bunun takdir gördüğünü anlatmanın yanında özellikle Avrupa’yla kurulan yeni ticari, siyasi ve kültürel ilişkiler neticesinde diplomasinin önem kazandığı ve çok sayıda Avrupalının Osmanlı topraklarını ziyaret ettiği, aslında Osmanlı’nın Batı’yı, Batı’nın da Osmanlı’yı daha iyi tanıdığı bir dönem olan 18. yüzyılı da, özellikle sanat etkileri ve bunun işleme sanatına yansımaları vurgulanmaya çalışıldı.
Ütopyadan Sonra: Kuşlar ise bir sergiden çok daha fazlasını sunuyor izleyenlere.
Geleneksel sanatlar ve arkeoloji koleksiyonlarından kurguladığı tematik geçici sergilerle adını duyuran Sadberk Hanım Müzesi, bu sergi ile ilk kez bir çağdaş sanatçıya alan açtı. Bu sergi bizler için sanatın zamansızlığını, en zorlu konularda bile sahip olduğu güçlü anlatım dilini ve antik ve çağdaş olan arasındaki ahengi temsil ediyor. Daha önce Victoria & Albert Müzesi’ndeki Perched yerleştirmesiyle tanıştığım Felekşan Onar, ortak bir sergi fikriyle bana geldiğinde çok heyecanlandım; zira Londra’da Felekşan’ın cam işlerini gördüğümde hem heykellerin fiziksel varoluşlarından; renklerinden, ışığı yansıtmalarından, formlarından, hem de kanatsız formlarına eşlik eden öyküden, üst anlatısından çok etkilenmiştim. Göç sorununun bu kadar dünya gündemini işgal ettiği bu dönemde sanatçının bu duyarlılığına kayıtsız kalabilmek mümkün değil. En başından beri bunu bağlamdan bağımsız bir çağdaş yerleştirme olarak da görmedim. Felekşan’ın kuşları aynı zamanda Fenike ve Roma’dan başlayıp Erken İslam, Selçuklu ve Osmanlı camlarına varana kadar geniş bir seçkiye sahip koleksiyonla da hem malzeme ve teknik hem de müzenin üst anlatısıyla da anlamsal bir bütünlük oluşturuyor. Haliyle bu birliktelik en başından beri heyecanımı diri tuttu.
Müze yayınları da sizin için büyük önem taşıyor.
Bugüne kadar açtığımız sergilerin tamamına sergilenen veya sergide yer almasa da serginin bağlamında olan eserlerin yer aldığı sergi katalogları eşlik etti. Bu yayınlar uzun ve meşakkatli araştırmalar sonucu hazırlanıp, eserleri yeni okumalara açtılar. Yapılan sergileri kalıcı kılmanın yanı sıra bu kataloglar eserleri akademik araştırmalara açma açısından da oldukça kıymetli. Dünyanın öbür ucundaki bir araştırmacıya ulaşan sergi kataloğu, eserleri farklı bağlamlarda ele alan bilimsel araştırmaların konusu haline getirebiliyor. Böylece kültürümüzün gelişmesine, tanınmasına ve tanıtılmasına katkıda bulunuyor. Bu durum biz müzeciler ve bu yayınları hazırlayanlar için büyük bir kıvanç kaynağı.
Sizce müzede mutlaka görülmesi gereken eserler, keşfedilmesi gereken deneyimler hangileri?
Müzemiz Anadolu kronolojisini Neolitik dönemden başlayarak Erken Cumhuriyet Dönemi’ne kadar kesintisiz olarak sunan çok özel bir eser seçkisine sahip. Arkeolojik ve etnografik koleksiyonları bir araya getiren bu özel koleksiyon, bir müze ziyaretçisi için bulunmaz bir şans. Bu nedenle ziyaretçilerimizi bu zamanda yolculuğu deneyimlemeleri için teşvik ediyoruz. Diğer taraftan müze koleksiyonu, Osmanlı sanatının doruk noktalarını gözler önüne seren önemli İznik çini ve seramik koleksiyonuna sahip. Bu koleksiyon, İznik atölyelerinin geçirdiği çeşitli evreleri kesintisiz biçimde sunan eşsiz bir seçkiden oluşuyor. Benzer biçimde kadın kıyafetleri ve işleme koleksiyonlarımız da görülmeye değer koleksiyonlardan. Saray koleksiyonları dışında bu denli iyi korunmuş bir Osmanlı kadın kıyafetleri ve işleme koleksiyonu nadir rastlanır türden.
İşinizin en sevdiğiniz yönü nedir?
Aslında işim birçok yönüyle heyecan verici. Sergi ve yayın hazırlamaktan büyük keyif alıyorum. Yayın ve araştırma süreci hem çok zor, hem de çok geliştirici ve eğitici. Tasarımın en ince detayına varana kadar ilgilenmek, her detaya hâkim olmak, yazım süreçlerinden sergilemeye kadar her adımla bizzat ilgilenmek büyük bir tatmin. Diğer taraftan yeni eserler seçip, bunların araştırmasını yapıp koleksiyona kazandırmak da müthiş bir heyecan.
Tarih ve sanat dışında nelere ilgi gösterirsiniz? Kendi koleksiyonlarınız var mıdır?
Kültür, tarih ve sanata olan ilgim hayatımın her alanına sızmış durumda. İş dolayısıyla zaman zaman ziyaret ettiğim Londra’da şehrin dokusunu hissetmeyi seviyorum. Bunun dışında sinemayı, özellikle Avrupa sinemasını takip etmeye çalışıyorum. Koleksiyon konusuna gelecek olursak; müze koleksiyonlarının şekillenmesinde etkin bir rolüm olduğu için bunun sağladığı tatmin duygusu bana farklı bir koleksiyon oluşturma ihtiyacı hissettirmedi.
Müze müdürü kimliğinden uzaklaştığınızda, nasıl birisinizdir; neler yapmayı seversiniz, bir günü nasıl sonlandırırsınız?
İş hayatım yönetici olmanın getirdiği yoğunluk nedeniyle bir hayli hareketli ve insanlarla iç içe geçiyor. Dolayısıyla iş dışındaki zamanlarda sakinliğe ihtiyaç duyuyorum. Kendimle baş başa kalabildiğim, kendimi dinleyebildiğim zamanlar çok kıymetli. Her zaman olmasa da zaman zaman sabah erkenden sahilde yürüyüş yapabilmek büyük bir keyif benim için. İşimin yanı sıra kültür sanat, özel hayatımda da vakit ayırdığım, ilgilenmekten keyif aldığım bir konu. Eşim de yakın bir branştan olduğu için evde geçirdiğimiz vakitlerde de konu kültür sanat ekseninde dolaşabiliyor. Gelecek projelerimizi, sergi hazırlıklarımızı konuşup tartışıyoruz. Yazın seyahatlerimizde arkeolojik kazı alanlarını ziyaret etmekten, o sezonun buluntularını görmekten, arkadaşlarımızla aramızda değerlendirmekten keyif alıyoruz. Tüm bunların dışında aile büyüklerimle bir araya gelmeyi, evimde eşim ve kedimle vakit geçirmeyi, evin sağladığı dinginliği çok huzurlu buluyorum.
Röportaj: Zeynep Merve Kaya