Luxurys Kulüp: Maya Portakal Bitargil

En nadide olana ulaşabilmenin, rekorluk müzayedelere imza atabilmenin olmazsa olmazları vardır. İşin püf noktalarını Maya Portakal Bitargil’den dinledik.

Portakal Sanat ve Kültür Evi’nin dördüncü kuşak direktörü Maya Portakal Bitargil, babası Raffi Portakal ile birlikte birbirinden iddialı müzayedeler düzenlemeye devam ediyor. Bir koleksiyonerin mutlaka sahip olmak isteyeceği nadir eserlerden, türünün tek örneği ‘sessiz müzayede’ye dek koleksiyonerleri sanatın sonsuz olanaklarıyla buluşturuyor. Geçtiğimiz ay sonu sergilenen ve Abidin Dino’nun en kapsamlı işlerinden oluşan Ferit Edgü koleksiyon sergisi de bunlardan biriydi. Bitargil ile müzayede sürecinin dinamiklerini konuşurken, globalde ve Türkiye’de sanata olan ilginin artış nedenlerini ve koleksiyonerliğin yatırım boyutunu da masaya yatırdık.

Sanatla ilgili bir ailenin içine doğduğunuz için çok şanslısınız. Bu noktada çocukluğunuzu merak ediyorum.

Babamla olan usta-çırak ilişkimiz dört beş yaslarında başladı. O, benim okulum. Yine bu yaşlarımdan aklımda yer edinen bir anım var. Babam o sıralara Yıldız Sarayı’nda KÜSAV Derneği ve Çiğdem Simavi ile birlikte müzayedeler düzenliyor. Bunlardan birindeyiz. Babam kürsüde müzayedeyi yönetiyor; annem de arkada eserlerin çıkış sıralarını kontrol ediyor. Ben o kadar eğleniyorum ki, dans ederek babamın bulunduğu alana, sahneye çıkıyorum. Muazzam bir kahkaha kopuyor salonda. O ortamdan çok etkilendiğimi anımsıyorum; balkonlardan aşağıya taşacak boyutta bir kalabalık, havada uçuşan bayraklar… Bu meslekle ilgili çocukluğumdan aklımda hep başarılar kalmış. Annem ve babamla birlikte müze gezerek, o kuyrukları bekleyerek geçti çocukluğum. Çoğu zaman sıkıldığım da olurdu tabii.

Sizin koleksiyonunuz var mı?

Çok iddialı bir koleksiyonumuz yok. Bu işi yapan bir kişinin çok iyi bir koleksiyonu olamayacağını düşünüyorum. ‘İyi’yi açmak lazım tabii… Sonuçta biz en iyiyi alıp en iyi şekilde yeni sahibiyle buluşturuyoruz. Eğer bütçem dâhilinde en iyiyi kendimde tutarsam işime ihanet etmiş olurum. Ben hep, ‘muhakkak bunu ben satmalıyım’ diye düşünürüm. Ama tabii ki ufak ölçülerde topladığımız parçalar var. Örneğin; babamın çok sevdiği bir Rus gümüş koleksiyonu var.

Genel olarak özel koleksiyonlarla ilgileniyorsunuz ve ince eleyip, sık dokuyorsunuz müzayedelere hazırlanırken. Ne tür dinamikleri var bir müzayedenin?

Düşünün ki bir aile koleksiyonunu aldık ve müzayedeye çıkaracağız. Hem eserlerle tek tek konuşuyoruz hem de eser sahipleriyle birlikte vakit geçiriyoruz. Müzayedede hangi eserler birbirleriyle yakın olabilirden lot’ların sıralamalarına dek birçok parametreye yönelik karar veriyoruz. Şeffaflık da bizim için her zaman önemli. Sadece piyasası yükseldiği, ama ileride ne olacağı belli olmayan bir sanatçıya bugüne dek ‘güncel kalabilmek’ için hiç yer vermedik. 2004 Aralık’tan itibaren Türkiye’ye aralarında Picasso, Hirst, Kapoor gibi isimlerin yer aldığı önemli isimlerin işlerini getirdik. Bence bu, Türk koleksiyonlarını da zenginleştiriyor, artı değer katıyor. Sanat da zaten böyle bir şey. Yan yana gelemeyecek insanlar ve işler arasında köprü görevi üstlenir.

Koleksiyonerlerin yabancı sanatçılardan da eser toplamaları, var olan koleksiyonlarını değerli kılıyor şüphesiz.

Koleksiyonlara elbette yatırım gözüyle bakılmalı. Her iyi iş gibi bu da öyle. İngiltere’de müzayedelerin çıkış noktası ‘3D’ kanunu ile açıklanır: Divorce, Dept, Death. Yani; boşanma, borç, veraset. Şimdi bunlara yatırım da eklendi. Sanat her zaman çok iyi bir yatırımdı. Ama her sanat eseri yatırımlık mıdır? Bu noktada da ‘sanat eseri ne demek’ çok iyi anlamak lazım. Ki bu, yüzlerce yıldır irdelenen bir mesele… Elbette her eser yatırımlık değildir. Koleksiyonerliği işin profesyonelleriyle ilerletmek, konunun yatırım boyutunu da besliyor.

Söz koleksiyonerlikten açılmışken Türkiye’nin bu konudaki son 10 yılını değerlendirebilir misiniz?

Çok büyük bir kısmını görerek değil ama babamın aklıma kazınan 45 yıllık tortusu sayesinde değerlendirebilirim. Ondan hep dinledim. Türkiye’de genel olarak problem şu: Gerçek ilginin ve sevginin birçok konuda olduğu gibi sanatta da kısmen eksik olduğunu söyleyebilirim. Hakiki bir sevgiden, yani derinlemesine bir sevgiden bahsediyorum. Öte yandan bu derinlemesine sevginin giderek çoğalacağına inanmak istiyorum. 10 yılda dünyada sanat eserlerinin rakamları daha fazla telaffuz edilir oldu. Yatırım aracı olduğu için…

Dolayısıyla genel olarak ilgi çok arttı. Bu, gerçek bir ilgi mi yoksa sanat popüler olduğu için mi bilmiyorum. Zaman gösterecek ama elbette fuarlar, bienaller düzenleniyor. Yanı sıra özel müzeler çoğalıyor. İnsanlar artık koleksiyon oluşturmaya daha fazla meraklı. Sosyal medyanın itici bir gücü var bu tablonun oluşmasında. Üstelik bunun kötü olduğunu da düşünmüyorum. Gidilen ama asla derinlemesine incelenmese de sosyal medyada paylaşılan sergi fotoğrafları… Ama olsun! Çünkü bir zaman sonra bakacaklar.

15-26 Eylül tarihlerinde bir Abidin Dino sergisi gerçekleştirdiniz.

Ferit Edgü koleksiyonunda yer alan Abidin Dino eserlerini sergiledik; satışlı bir sergiydi bu. Sanatseverler sabah 10.00’dan akşam 22.00’ye kadar gezebildiler sergiyi. Koleksiyon üç bölümden oluşuyordu: İlk bölümde, 52 küçük, terracotta el ve parmak heykeli; ikinci bölümde, girişe yerleştirdiğimiz iki büyük mermer heykel; üçüncü bölümde de Louvre Müzesi’nde asılı olan Ingres’in ‘Türk Hamamı’na referans olarak Abidin Dino’nun 1980’lerde yaptığı ‘Ingres’e Saygı’ isimli yağlıboya tablosu ve dokuz eskizi yer aldı. Tabii bu bir koleksiyon ama biz üç ayrı şekilde satılabilir hale getirdik. Tabii en ideali, bir koleksiyonerin tekrardan bütün koleksiyona sahip olmasıdır. Ferit Edgü ve Abidin Dino’nun olağanüstü bir dostluğu var. Giriş katta sergilediğimiz minik heykelcikler de esasında Abidin Dino’nun sanat hayatı boyunca tutkunu olduğu el ve parmakları konu alıyor. Bu yüzden de sergi Türk sanat tarihi açısından önemliydi.

Hep önemli işlere imza atıyorsunuz. Bunlardan biri de geçtiğimiz dönem düzenlediğiniz sessiz müzayede. Tekrarlamayı planlıyor musunuz?

Tekrarı henüz olmadı ama planlıyoruz. Biliyorsunuz müzayedeler iki üç saat sürer. Fakat sessiz müzayedeyi bir haftaya yaydık. Peki, nasıl oluyor sessiz müzayede? Bizim düzenlediğimizde örneğin bir hafta boyunca her eserin, herhangi bir müzayedede olduğu gibi yanlarında minimum satış rakamları vardı. O eserle ilk ilgilenen kişi, bizim belirlediğimiz fiyat aralığında bir rakam söylüyor. Belirtiği rakam eserin yanındaki board’a yazılıyor. O kişiye bir bayrak numarası veriliyor ve gizliliğin sağlanması için board’a bayrak numarası da yazılıyor. Ardından bir başkası gelip o rakamı görüyor. Biz bunları imza karşılığı alıyoruz tabii. ‘Başka birisi gelir de ilgilenirse sizi arayıp haber vermemizi istiyor musunuz?’ diye soruyoruz. Bir başkasının verdiği fiyatı ilk gelene haber veriyoruz. Böyle bir süreç. Dolayısıyla müzayede sürecini uzatmış oluyoruz. İki üç saat yerine dört ya da beş güne çıkabiliyor.

Aşina olduğumuz müzayede sürecinden epey farklı.

Alıştığımız müzayedelerdeki gibi anormal adrenalinle karşılaşmıyorsunuz. Aşırı heyecan da dağılmış oluyor. Ayrıca gerçekleştirdiğimiz sessiz müzayede sayesinde, Türkiye’nin bu çalkantılı ve daha yavaş hareket etmek istenilen bir döneminde iyi hizmet verdiğimizi düşünüyorum. Hem satan, hem alan memnun kalmıştı. Çünkü daha fazla düşünme fırsatına sahip oldular. Sessiz müzayede alıcıya muazzam bir zaman hediye ediyor. Yurtdışındaysa, kapalı zarflarda teklifler alınıyor ve bir gecede oluyor. Daha çok bağış müzayedelerinde kullanılıyor bu sistem.

Her alanda olduğu gibi müzayedelerin de trendleri var mı? Bu doğrultuda önümüzdeki yıl için öngörüleriniz neler?

Her şeyin trendi olduğunu düşünüyorum. Bence Türkiye’nin içinden geçtiği ekonomik durumu görmezden gelmek imkânsız. Dolayısıyla insanların morali de önemli. Bizim işimiz doğrudan moralle ilişkili. Bir çok lüks segmentte olduğu gibi… İnsanların kendilerini güvende hissedeceği parçaların peşinden koşacaklarını düşünüyorum. Bir trend yakalamak istiyorsak eğer, bu trend ‘güven’ olmalı. Çünkü şu an güvene ihtiyacımız var.

Fotoğraflar: Erhan Tarlığ