İş Hayatında Utanç ve Suçluluk Kavramlarını Mercek Altına Aldık

İklim krizi, savaşlar, doğal afetlerin yanı sıra hem küresel hem ülkesel çapta yaşanan ekonomik zorluklar ve baş döndürücü bir hıza ulaşan günlük hayat temposu toplumsal psikolojinin bozulmasına sebep olurken yaşamın her alanını domine eden “ama daha iyisi mümkün” mantalitesi de beklenti çıtalarını her gün arttırıp bizleri daha mükemmel olmaya zorluyor. “Daha iyi bir iş”, “Daha iyi bir eş”, “Daha iyi bir vücut”, “Daha iyi bir çalışan” nidaları arasında insan olmanın doğasında olan “hata’lara tahammül azalırken, “Daha iyi” olamamanın yarattığı stres özellikle iş hayatında herkesi çıkmaza sokuyor.

Hepimiz rekabetçi dünyanın baskısından, iş yetiştirme telaşından, başarılı olma arzusundan ya da kendimizi kanıtlamak amacıyla maksimum verimlilik sağlamaya çalışırken hatalar gerçekleştirebiliyoruz ve sıklıkla kendimize;

‘’Batırdım…

Bu da yapılır mı be!

Ayıkla şimdi pirincin taşını…

Beceriksizsin! Rezil oldun!’’ diyerek saatlerce, hatta belki günlerce hatalarımız yüzünden acımasızca kendimizi eleştirip, kendimizi yerin dibine sokup oradan da kolay kolay çıkamıyoruz. Bunun sonucunda iş hayatında mutsuzluk, ait hissedememe, motivasyonu kaybetme, duygusal çıkmazlara sürüklenme gibi çok sayıda olumsuz duygu ve düşünce arasında kendimizi sıkışmış hissediyoruz.

Suçluluk ve utanç hisleri iç içe geçen iki duygudur çünkü hatalı davranışımızın eleştirilmesi sırasında bunu kişisel almamamız çok zordur, hele ki çok sert bir biçimde eleştiriliyorsak. Ama bu iki duygunun arasında fark vardır. Suçluluk, “Bir hata yaptım” anlamına gelirken utanç, “Ben bir hatayım” demektir. Suçluluk davranışı, durumu ele alırken, utanç kendine saldırmaktır. Suçluluk hissinin iyi bir yanı vardır; yanlışı düzeltmek, kendimizi geliştirmek, doğru adımları atmak adına bizi motive eder. Utanç ise bizi yargıların, inançların içine hapsettiği için olduğumuz yere mıhlar, küçültür, ufaltır. Ancak utanç özünde masum, herkesin yaşadığı bir duygudur ve utancın arkasında sevilme, kabul görme, takdir edilme, bağlantı kurma motivasyonları vardır. İşte bu masum motivasyonları fark ettiğimizde ‘Ben kötüyüm’ yerine ‘Ben kabul görmek istiyorum” demeye başlarız. Ve bu iki cümle arasındaki geçiş bize şefkatin kapılarını aralar. Çünkü utanç gibi yoğun ve zorlu bir duygunun hissettirdiklerini yargısız, sevgi dolu bir farkındalıkta tutmak – ki bu mindfulness’dır – eğer kendimize sevgi dolu bir nezaketle yaklaşamıyorsak – ki bu da öz şefkattir- gerçekten zordur.

“Hayatımızın her anında alakalı, alakasız arkadan sessiz sessiz kulağımıza bir şeyler fısıldayan ve kendimizi kötü hissettiren utancın yıkıcı temelleri çocukluğumuza, toplumsal/kültürel eleştirilere, yaşadığımız travmalara kadar uzanabiliyor: “Bu işi bugün yetiştiremedim, çok tembelim”, “İstediğim hedefe yine ulaşamadım, ben başarısızım”, ‘X yine benden daha başarılı, ben beceriksizim’… gibi cümlelere sebep olan utançtan kaçmak için bazen çok çalışırız, bazen işkolikleşiriz, bazen öfkemizi, sinirimizi başkasına yöneltiriz, bazen eğlence ve alkolün dibine düşeriz. Hatta daha ciddi durumlarda utancın beraberinde getirdiği duyumları hissetmemek için kendimizden, bedenimizden kopma aşamasına bile gelebiliriz.” diyen Talk TuBaNa’nın Kurucusu Mentör Tuba Müftüoğlu; ‘Ama burada belirtmek isterim ki sorun utanmak da değil, utanmayı göz ardı etmektedir. İlk başta göz ardı etmek iyi gelse de – ve kesinlikle geliyor- neye direnirsek o bize daha sıkı sarılır misali uzun vadede utanç olduğundan daha da önemli, daha da büyük bir duygusal alışkanlığa dönüşüyor.’ diyor.

Kristen Neff öz şefkatin 3 bileşeninin “farkındalık, ortak insanlık hissiyatı ve öz nezaket” olduğunu ve bu bileşenlerin tam tersinin “ruminasyon, izolasyon ve özeleştiri” olduğunu belirtir. Ve aslında bakarsak şefkatin 3 bileşeninin tam tersi olanların utancın yıkıcı nitelikleri olduğunu görürüz.

Buna göre şefkatin ilk birleşeni farkındalıktır. “Ah, bu hissettiğim utanç” diyebilmek ve onu yargısız, hassas ve dostane bir farkındalıkla deneyimleyebilmektir. İkinci birleşen ortak insanlık halinde ise utancın tecrit edici hissi yerine aslında onun herkesin hissettiği evrensel bir duygu olduğunu fark ederiz. Son olarak da utanç yüzünden kendimizi acımasızca eleştirmek yerine kendimize nezaketle yaklaşıp, “Neye ihtiyacım var” sorusunu sorarız. Ve burada aslında utancın bize bir şeyler anlatmaya çalışan, nezaket isteyen masum bir duygu olduğunu fark ederiz. Aslında sevilme, kabul görme, takdir edilme, bağlantı kurma arzuları utancın arkasındaki motivasyon ve enerjilerdir, ki bunlar evrensel ihtiyaçlardır.

Utanç bir demir paranın iki yüzü gibidir; bir yüzünde bizde bir şeylerin yanlış, ters olduğuna, kusurlu olduğumuza, başkaları tarafından kabul edilemeyecek veya sevilmeyeceğimize dair inançları, diğer yüzünde de sevilme, kabul görme, takdir edilme ihtiyaçlarımızı yansıtır. ‘’Ben başarısızım” eleştirisini “Ben takdir görmek istiyorum” gibi öz şefkat ile dönüşen söylemlerle değiştirmeye başladığımızda artık şefkatin kapısını aralamış ve ihtiyacımız olan motivasyonu başkalarından değil kendimizden sağlamaya başlamış oluruz ve hatalarımıza kucak açarız. Başka bir deyişle öz şefkatin bileşenleri sayesinde utancın yıkıcılığının üstesinden gelmeyi ve onunla daha sağlıklı bir ilişki kurmayı öğreniriz.