Çılgın Kalabalıktan Uzak
En güçlü olan hayatta kalır söylemindeki gücün anlamı değişmeye başladı. Sade yaşam ve köklere dönmeyi başarmak ilk adım. Retro wellness akımı bize teknolojiden kurtularak bir kulübede yaşayabilmek konusunda ilham veriyor.
Henry David Thoreau’nun en popüler eserlerinden Walden ile tanıştığımda henüz üniversiteye gidiyordum. Apple, ilk iPhone’u henüz piyasaya sürmüştü. Blackberry’ler üzerinden elektronik posta yollamak daha popülerdi. Yer bildirimleri ve Instagram paylaşımları yaygın değildi, hatta yoktu. Dolayısıyla; ‘gelişmeleri kaçırma hastalığı’ olarak tanımlayabileceğimiz, günümüzde sosyal medya bağımlılığını temsilen kullanılan FOMO gibi bir kavramın esamisi de okunmuyordu. Pek tabii bu, tatile çıkmak istememiz konusunda bir engel taşımıyordu. Ancak belki de o dönemlerde sadece yeni bir kültürle tanışmak, ofisten uzakta kalmak ya da denize atlamak bize yetiyordu.
Thoreau, Walden’da bir ormana sığınarak geçirdiği yılları anlatıyor. Kitap da ismini Massachusetts yakınlarındaki Walden Gölü’nden alıyor. Thoreau’nun sığındığı kulübe ise bir başka Amerikalı yazar Ralph Waldo Emerson’a ait. Yazarın çıktığı bu yolculuğun kökenleri transandantalizm akımıyla alakalı olsa da, işin özünde toplumdaki kargaşadan kaçmak ve basit bir yaşam sürmek var. Ya da bugün bizim deyişimizle daha zinde olmak, kendimizi daha iyi hissetmek için çıktığımız yolculuklardan ve gittiğimiz wellness merkezlerinden farksız aslında.
Sükûnet, hatta kargaşadan kaçmak kendi iyiliğimiz için kilit madde. Mega yatlarla Akdeniz’de çıktığımız yolculuklar, kişisel jetlerle Yeni Zelanda’ya yapılan seyahatler artık yeterli değil. Daha fantastik, daha kişisel ve daha uzağa ve sessizliğe doğru gittiğimiz yolculuklar revaçta. Londra merkezli turizm şirketi Based on a True Story (basedonatruestory.co.uk) Peru, Kenya ve İzlanda’ya düzenlediği seyahatlerde, hiçliğin ortasında kurulan kamplarda ve dağ evlerinde ya da kulübelerde konaklama fırsatı sunuyor. Bunun nedenini de müşterilerinin huzuru bulabilmelerini yardımcı olmak ve atalarımızın sürdüğü sade yaşamı yeniden hissetmemizi sağlamak.
Birçok lüks seyahat hizmeti sunan Brown & Hudson’ın (brownandhudson.com) programındaysa farklı bir paket dikkatimi çekiyor: Varış Noktası Olmayan Seyahatler. Bu paketi deneyimlemek istediğinizde, seyahat acentesine sadece ‘bir yolculuğa çıkmak istediğinizi’ söylüyorsunuz, onlar sizin için her detayı düşünülmüş bir seyahat planı çıkarıyor, uçağa biniyorsunuz. En özel tarafıysa, varış noktasında uçaktan inene kadar, nereye gittiğinizin –sizden bile– bir sır olarak saklanması! Uçacağınız destinasyon elbette Londra, Tokyo, Moskova gibi dünya metropolleri değil. Brown & Hudson’ın düzenlediği seyahatlerin amacı keşif noktalarının sizi iyileştirmesi, yaşadığınız hayattan sizi uzaklaştırarak dönüş için ilham kazanmanızı ve belki de olmak istediğiniz kişiye sessizlik içinde dönüşmenizi sağlamak. Tatil programınızda Michelin yıldızlı bir restoranda akşam yemeği yemek, yıldız mimarlar tarafından tasarlanan bir müzede en yeni çağdaş sanat eserleriyle tanışmak ve ya da tatmadan dönmemeniz gereken o muhteşem kokteyl yer almıyor. Seyahatin tüm amacı ruhsal ve fiziksel açıdan sizi yoran rutinden kopararak, yavaşlatmak.
Yukarıda bahsi geçen sessizliğin elbette daha ruhani bir tarafı da var. Müzik dinlememek ya da konuşmamaktan bahsetmiyoruz elbette. Sessizlik, durup düşünmek, sizi mutlu eden, sizi eğlendiren ve yaşamak için bir neden sunan şeyleri yeniden keşfetmenizi sağlıyor. Bu sessizliğe yolculukta size eşlik eden arkadaşlarınız ve ailenizle de ulaşabilirsiniz.
Hiçliğin ortasında kalacaksınız dedik ama bu sizi korkutmasın. Bu tür seyahatlerde konaklayacağınız modern kulübeler öyle zihninizde canlananlardan ya da H. David Thoreau’nun yaşadığından çok daha görkemli ve konforlu. Renzo Piano, Terunobu Fujimori, Tom Kundig gibi mimarların tasarladığı ve dünyanın en ücra bölgelerindeki dağların tepesine, ormanların ortasına inşa edilen yapılar tek başlarına bir ilham kaynağı olabilecek özelliklere sahip ve yaratıcı düşünebilmek konusunda bir fırsat sunuyor. Taschen tarafından yayınlanan Cabins ve Gestalten etiketli Hinterland kitapları, mucizevi doğanın eksantrik köşelerindeki doğa dostu kulübeleri bir araya getiriyor. Yani yolculuğa atılmadan önce ne tür yerlere gideceğinize dair bir fikir almak isterseniz, bu kitapları mutlaka karıştırmalısınız. Eskiye ait olan zanaatkârlık ve çağımızın ön planda olan sürdürülebilirlik kavramlarını bir araya getiriyor bu kulübeler. Hepsinden öte, doğayla duygusal bir bağ kurmanızı sağlıyor.
Bu yapılar sadece bir gizlenme yeri değil, doğaya dönmemizi, onunla iletişim kurmamızı sağlıyor. Bunu doğanın güzelliklerini görebilmek konusunda bir fırsat olarak da düşünebilirsiniz. Bu seyahatler aynı zamanda gerçek lüksü, doğanın, yaşamanın ve saatlerin değerini de anlamanıza yarıyor.
Kulübeler konumları itibarıyla genelde uzun yürüyüşlere, tırmanışlara ya da serin nehir sularında yüzmenize olanak sağlıyor. Aslında bir gereklilik de değil, içinizden gelen bir dürtüyle bu aktiviteleri yapmak isteyeceksiniz. Üstelik teknolojiyi ve sanal paylaşımları bir dakika dahi düşünmeden ardınızda bırakarak.
Erling Kagge adında bir Norveçli de bu düşünceleri taşıyarak Antarktika’da tek başına 50 gün süren bir yolculuğa çıkmış, üstelik yanında bir iletişim cihazı olmadan. Aldığı kararın nedeni Thoreau’nunkinden farksız. Üstelik bu kez onun, internet gibi kaçmak istediği bir başka unsur daha vardır. Kagge, bu doğaya kaçışının ardından kaleme aldığı ve geçtiğimiz aylarda yayınlanan Silence in the Age of Noise kitabında da modern hayattan uzaklaşmayı anlatıyor. Doğayı yeniden keşfettiğinden ve sessizlik içinde yaşamanın ne kadar nefes kesici olduğundan ve bu yolla mutluğu yeniden bulduğundan bahsediyor. İşte ben de sırf bu yüzden, mutluluğun peşinden gitmek, hayallerimi gerçekleştirmek ve kendimi daha iyi hissetmek adına rotamı Faroe ya da Fogo adalarına doğru çevirmeyi planlıyorum.
Yazı: Aykun Taşdöner