Boğaz’ın İncisi
Şule Gazioğlu ile çağdaş sanatla antikayı mükemmel bir şekilde bir araya getiren özel galerisini keşfediyoruz.
Röportaj: Gülay Koç
Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümü’nün ardından New York’taki Sotheby’s Institute of Art’ta Dekoratif ve Güzel Sanatlar ve Tasarım başlıklı çok yönlü bir master programını tamamlayan Şule Gazioğlu, üniversite yıllarında da Sorbonne’da değişim öğrencisi olarak okumuş. Lise yıllarında AFS değişim programıyla İtalya’da öğrenim gördüğünden, burasını hem ikinci ülkesi olarak görüyor hem de görsel dünyasını oldukça beslediğini düşünüyor. Emirgan’da Boğaz’a nazır konumuyla dikkatimizi çeken Şule Gazioğlu Art & Design’ın sahibi olan bu çok özel sanat tutkunuyla bir araya gelip antikalardan çağdaş sanata dek konuştuk.
Siz, nesiller boyudur antika ve sanatsal değer sahibi eserlerin ticaretini yapan uzman bir ailenin genç kuşak temsilcisisiniz. Sanatın içine doğmanın nasıl bir duygu olduğunu anlatır mısınız?
Sanatın içine doğmak tabii ki büyük bir şans. İnsan farkında olmadan da etrafındakilerden etkilenen, kaydeden, öğrenebilen bir varlık. Neredeyse istem dışı, bir tur osmosis yoluyla, etrafınızdaki estetik değerler, güzel eşyalar, sesler, binalar size geçiyor ve iz bırakıyor. Bunun üzerine merak ve araştırma da ekleyebilirseniz bilgi ile yüksek zevki birleştirebiliyorsunuz. Çocukluğumdan bu yana Fransız art nouveau stilinde bir aynadan Çanakkale seramiklerine, ipek kadife İtalyan kumaşlardan Osmanlı çatmalara her tür obje önümden geçmiştir. Bu görgüyü önemli buluyorum. Annemin, dedemin ve geniş ailemin galerilerine küçük yaştan itibaren dâhil oldum, onlarla çalıştım ve öğrendim. Çalışma yaşamına erken dâhil olmak da bir avantaj.
Çocukluğunuza dair hatırladığınız, sizi çok etkileyen ve ilerideki mesleğinize yön veren bir anınız var mı?
Çok küçük yaşlarımı hatırlıyorum; ilkokul civarı, okul servisinde yolculuk ederken içinden geçtiğimiz sokakları inceler, bazılarını çok çirkin bulur ve üzülürdüm neden böyle binalar yapılıyor diye. Kafamda sokaklar ve binalar hiyerarşisi o dönemde bile vardı, güzel bir köşk, bir tarihi yapı görürsem ilgimi çekerdi ve heyecanlanırdım. Çevremdeki görselliğin beni çok etkilediğini çok küçük yaşlardan itibaren hep hissettim.
Türkiye’deki eğitiminizin ardından New York’ta Sotheby’s Institute of Art’ta Tasarım ve Dekoratif Sanatlar üzerine eğitim aldınız. Bize biraz New York zamanlarınızdan bahsedebilir misiniz?
New York’ta geçirdiğim iki sene boyunca The Met (Metropolitan Sanat Müzesi), The Frick Collection, The Guggenheim gibi müzeleri, dünyaca ünlü çağdaş ve klasik sanat galerilerini sayısız kez ziyaret etme fırsatım oldu. Bu sanat mabetlerini belli kontekstler içinde gezip sonra alanında uzman kişilerle -New York’un en iyi küratörleri, sanat tarihçileriyle tartışmak- sanat eserleri ve tasarım ürünleri üzerine fikir paylaşmak, derinleşmek müthiş bir duygu. Ayrıca ziyaret ettiğiniz kurumlarda dünyanın dört bir yanında alanının en iyisi olan meslektaşlarınızla kıymetli ilişkiler geliştiriyorsunuz. Bence aldığım eğitimin en güzel yanı New York şehrinin sunduklarını eğitimimizin bir parçası olarak görmeleriydi. Yani biz hep sahadaydık. Sotheby’s ve Christie’s, Phillips müzayede evlerinin müzayedelerini devamlı takip ettim.
Bu süreçte Türkiye ve Amerika’daki güncel sanat çalışmalarını karşılaştırma fırsatı da buldunuz mu?
New York ve İstanbul özelinde konuşursak, New York’un dünyanın finans kapitali olması pek tabii ki pazarın hacmi, yeteneği keşfetme, destekleme ve pazara kazandırma konusunda kurdukları kanallar çok daha olgun bir durumda. Birebir mukayese etmek, iki bölge çok farklı dinamiklere sahip olduğu için sağlıklı olmaz. İstanbul’da daha organik bir gelişim var. Her iki coğrafyada da çok yetenekli sanatçılar yetişiyor. Yeteneği destekleme konusunda daha iyi olabileceğimizi düşünüyorum.
Galerinizin lokasyonu olarak Emirgan’ı seçmenizin özel bir nedeni var mıydı?
Aslında öncelikle galerinin Boğaz’da olmasını arzu ettim. Boğaziçi’nin dünya çapında ikonik bir bölge olduğunu düşünüyorum ve bence bunun yeterince farkında değiliz. Boğaz semtleri İstanbul’un mücevherleri adeta. Emirgan’da olmak ise gerçek bir şans. Emirgan tüm bu semtler arasından denizle en yakın teması olan semt ve bunu çok seviyorum. Bunun yanı sıra çok canlı ve yüksek enerjili bir bölge. Galerimizin iki farklı cepheden deniz manzarası var ve bu manzaralara bakarak çalışabilmek çok keyifli. Galeri mottomuz “From Bosphorus with Love”, “Boğaziçi’nden Sevgilerle” anlamında; bu bölgeye ev sahipliği etme sorumluluğuyla hareket ediyoruz ve buradan tüm dünyaya açılma amacımız var. Sergilerimiz ve koleksiyonumuz bir Boğaz sakininin seçkin zevklerini, geniş vizyonunu, dünya görgüsünü ve keşfetme arzusunu yansıtsın istiyoruz.
Galeriden içeri adım attığımızda sanatın her alanına dokunabiliyoruz. Antika parçalarla güncel eserleri yan yana sergilemenizdeki amaç neydi?
İnsan çok yönlü bir varlık ve hayat da tek boyutlu değil. Hem geçmiş hem gelecekten beslenmeyi daha dengeli ve sağlıklı buluyorum. Benim için antikalar köklülük ve geçmişi sahiplenmeyi, çağdaş eserler ise güncel olmayı, adaptasyon yeteneğini ve yüzümüzü geleceğe dönmeyi temsil ediyor. Galerimiz eski Osmanlı evlerinden esinlenerek bir Türk odası seklinde tasarlandı. Yine de son derece günümüze ait bir mekân, dinamik ve çağdaş bir duruşu var. Bu özelliğiyle de diğer galerilerden ayrıldığını düşünüyorum.
Hâlihazırda elinizde bulunan en özel antika parçalar neler?
Bu soruyu cevaplamak çok zor, tüm antikalar benim için çok değerli, galerideki her şeyi özenerek seçiyorum ve yalnızca özel olduğuna inandığım parçalar galerimizde yer buluyor. Napolyon III stilinde üstünde sincap, kuş ve ejderha figürleri olan Boulle işçilikli büfemizi çok seviyorum. Galerimizin tam ortasında antika bir kilise avizesinden modellenerek, çok iyi bir usta tarafından üretilen ve tüm zarafetiyle aşağı süzülen avize de en sevdiklerimden. Bir müzayededen aldığım, önemli bir ailenin koleksiyonuna ait, yüzyıl başından günümüze zarar görmeden ulaşmış sarı ipek bir sabahlık kaftanımız vardı. Sergilemek için özel bir metal teşhir alanı tasarladım ve bu şekilde neredeyse galerimizin sembolü haline geldi. Sonra da çok sevdiğimiz bir koleksiyonere sattık. O hâlâ favorilerimden biri. Antika kumaşları, özellikle eski Osmanlı tekstillerini çok seviyorum.
Bu parçaların temin ediliş sürelerine dair bizimle paylaşmak istediğiniz özel hikâyeler var mı?
İlginç hikâyeler oluyor. Müzayedelerden alışveriş yapmayı seviyorum. Bazen çok kıymetli, çok beğendiğiniz ve “ne yapsam da mutlaka alsam” diye düşündüğünüz bir esere kimse pay vermiyor. Kıymeti bilinmediği için bir yandan üzülüyorum ama satın almak için harika bir fırsat. Müzayededen almak bence çok keyifli. Adrenalin devreye giriyor. Fransa’daki brocante’ları (bitpazarı) gezmek çok özel. Genel olarak seyahatlerimde küçük anonim antikacılardan keşifler yapmayı seviyorum. Özgün antikalar bulunabiliyor. Mesela İtalya’da bir antikacıda İstanbul’u tasvir eden bir yağlıboya tabloya denk gelebiliyorsunuz. Müşterilerimizin özel taleplerine göre de alımlar yapıyorum. Nerede ne satıldığını bilmek, hangi antikacının ne üzerine uzmanlaştığını bilmemiz müşterilerimizin işini kolaylaştırıyor.
Türkiye’de antikacılık eskisi gibi popüler mi? Koleksiyonerlerin antikaya olan ilgileri ne yönde değişim, gelişim gösterdi?
Türkiye’de antikacılık 80’lerde ve 90’larda farklı bir noktadaydı. Hem koleksiyonerlerin merak ve bilgi düzeyi yüksek hem de piyasadaki ortalama eser kalitesi günümüze göre daha iyiydi. Şu anda farklı bir dünyadayız, artık satın alırken sayısız alternatif var ve sosyal medyanın devreye girişi de dekoratif alışveriş alışkanlıklarımızı kökünden değiştirdi. Bazı nadir zannettiğimiz objelerin aslında kolaylıkla bulunabildiğini, tonet sandalyeler gibi bir zamanlar çok yüksek meblağlar ödenen möblelerin fiyatlarının düşüşe geçtiğine şahit olduk. Özellikle genç koleksiyonerlerin ilgisi antika yerine vintage ürünlere yöneldi, yani 100 yaşından genç retro tasarımlara… Kira fiyatlarındaki sürekli artış da galericilik ve mağazacılık modeli yerine çevrimiçi satışların artmasına sebep olurken, birçok galerinin kapandığına da şahit oluyoruz. Fakat tüm bunlara rağmen antikaya hâlâ talep ve ilgi var. Bir meslek olarak varlığını sürdürmeye devam edecek. Nadir bulunan parçalara büyük ilgi duyan, imzalı özel üretim parçalar toplayan, antikanın mekâna ruh ve romantizm kattığını bilen çok özel koleksiyonerler hâlâ var.
Galerinizde ne sıklıkla sergi düzenleniyor?
Kendi ritmimiz var, gerçekten inandığımız sergileri yapıyor ve galerinin DNA’sına uygun sanatçılarla çalışmayı tercih ediyoruz. Şu an senede ortalama beş sergi yapıyoruz, bunun dışında sanat eseri, antika ve dekorasyon konularında satış, danışmanlık hizmetleri ve projelerle ilerliyoruz.
18 Haziran’a kadar sürecek olan çok özel bir sergiye de ev sahipliği yapıyorsunuz.
Evet, açılışını 28 Nisan’da yaptığımız Sebah & Joaillier: Eye of the Bosphorus sergisi. Osmanlı’nın en uzun soluklu müesseselerinden biri olan Sebah & Joaillier fotoğraf stüdyosunun 19. yüzyıl fotoğraflarına odaklanan ilk sergi olma özelliğini taşıyor. Fotoğraf, günümüz için belki çok normal bir uğraş, özellikle cep telefonlarıyla birlikte artık hepimizin günlük hayatının parçası haline geldi. Hâlbuki o dönem için bambaşka bir anlam ifade ediyor. O dönemin en üst düzey teknolojisi ve çok az insanın fotoğrafa erişimi var. Saraylılar ve seçkinlerin ulaşabildiği bir hizmet. Ayrıca birçok kişi için seyahat etmek de mümkün değil ve insanlar ziyaret edemedikleri ülkeleri bu fotoğraflarla tanıyor. Dolayısıyla fotoğrafçı demek bir ülkenin nasıl temsil edildiğini belirleyen kişiler demek. Sergiyi bu gözle de değerlendirmek lazım. Sergide stüdyonun kurucularından Polycarpe Joaillier’nin beşinci kuşak torunu Fabrizio Casaretto’nun aile arşivlerinden bir seçkiyi sergileyeceğiz. Galerimiz Boğaz’da olduğu için ve daha önce bahsettiğim gibi Boğaziçi’nin ikonik statüsüne dikkat çekmek amacıyla stüdyonun Boğaz fotoğraflarına odaklandık. Boğaziçi’ni ve eski İstanbul fotoğraflarını seven herkesi bekliyoruz. Sergi boyunca galerimizde fotoğrafın tarihiyle ilgili konferanslar da olacak. Fabrizio Casaretto da tabii ki bu konuyla ilgili muazzam bir bilgi birikimine sahip ve Sebah & Joaillier’nin iç dinamiklerini aktaracağı bir konuşma yapacak.
Serginin küratörlüğünü de siz mi üstlendiniz?
Evet, galeri bünyesindeki tüm sergilerin kürasyonunu ben üstleniyorum.
Sanatın içine doğan ve sanatı iş edinen bir isim olarak sizin kişisel koleksiyonunuz var mı?
Yine antikacılıkla uğraşan dedemin uzmanlık alanı Çanakkale seramikleriydi. Onun bayrağını devralarak Çanakkale seramikleri biriktirmeye çalışıyorum. Karaflar, kâseler, tabaklar hepsi benim için çok özeller. Evrensel bir estetik anlayışına hitap ettiklerini düşünüyorum.
Peki, yakın zamanda koleksiyonunuza dâhil etmeyi planladığınız, çok istediğiniz bir parça ve hikâyesi var mıdır?
Eski Ustalar diye tanımladığımız Avrupa tablolarına çok merakım var ve geniş bir koleksiyonum olmasını çok isterim.